1996 yılında Jon Krakauer tarafından yazılan ve “Christopher McCandless” adlı bir maceraperestin hikayesini anlatan kitabı, 2007 yılında Sean Penn tarafından beyaz perdeye uyarlamış. Türkçe’ye “Özgürlük Yolu” olarak çevrilen film, izleyen herkesin hayatına bir şekilde dokunan ve hayatınızı sorgulamanızı sağlayacak türden bir yapıt. Dumanlı ve zehirli metropol şehirlerindeki samimiyetsiz ve ezberlenmiş bir hayattan, yeşile, doğaya ve özgülüğe giden yolculuğun hikayesi.
Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır, bomboş sahillerdeki coşkudadır.
İnsan elinin değmediği bir yerdedir, denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
İnsanı daha az sevmem ama doğayı ondan çok severim.
Lord Byron
Into The Wild, Lord Byron’un bu dizeleriyle başlıyor.
Liseden başarılı bir derece ile mezun olan Christopher McCandless, Harvard Üniversitesindeki eğitimi için biriktirdiği 24.000 doları bir vakfa bağışlar ve ailesine bile haber vermeden, Alaska’ya doğru sadece bir sırt çantası ile yola çıkar. İki yıl süren bu macerası boyunca ailesi ondan hiç haber alamaz. Adını bile Alexandre Supertramp olarak değiştirir. Amacı, aile ve mevcut toplum düzeninin getirdiği baskılarından kaçmak, özgür bir biçimde doğayla iç içe yaşamak ve hayatın anlamını bulmaktır. Kitap kurdu olan kahramanımızın, Alaska’da kendine yaşam alanı yaptığı ve “Sihirli Otobüs” adını verdiği terk edilmiş karavandaki hayatını, yolda karşılaştığı insanlarla olan ilişkilerini ve maceralarını Yönetmen Sean Penn çarpıcı kitap cümleleri ile süsleyerek seyirciye anlatılıyor.
Filmin hikayesi çok etkileyici tabi ama anlatımı ve zaman akışı biraz seyircinin kafasını karıştırabiliyor. Filmin içinde sık sık geçmişe dönüşler var ve şimdiki zaman ile geçmiş zaman algısı kaybolabiliyor. Müzikler ve kitaplardan alıntılar muhteşem. Başrol oyuncusu Emile Hirsch çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Ayrıca gerçek karaktere olan benzerliği şaşırtıcı. Filmin sonunda gördüğünüz fotoğraf ise filmin en çarpıcı sahnesi bence. Bunun gerçek bir hikaye olduğunu işte o fotoğrafı gördüğünüzde çok daha iyi anlıyorsunuz.
Bu arada işin gerçek hayat boyutuna değinmeden edemeyeceğim. Christopher McCandless’ın hikayesi Alaska’lılar tarafından tam bir ahmaklık olarak değerlendiriliyor ve yazar Jon Krakauer gerçekleri saptırmakla suçlanıyor!!!
Benim için filmin özeti kahramanımızın okuduğu bir kitabın satır arasına yazdığı “Mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir.” cümlesi oldu. Hepimizin aklının bir yerinde kargaşadan, insan kalabalığından, koşuşturmacadan, ikiyüzlülükten, rollerimizden kaçma isteği var. Hepimiz zaman zaman daha sakin ve dingin, daha özgür, daha hesapsız-kitapsız bir hayatın hayalini kuruyoruz. Ailelerimizden, sorumluluklarımızdan, eşimizden hatta çocuklarımızdan kaçmak istiyoruz. Anne, baba, eş, kardeş, patron, işçi, memur, kadın, erkek vs. rollerimizden sıyrılıp sadece kendimiz olmak istiyoruz. Zannediyoruz ki kimsenin sorumluluğunu almadan bir başımıza çok daha özgür ve dolayısı ile daha mutlu oluruz.
Her yol hikayesinin bir sonu var. Yolda olmak bir yere varmaktan daha mutluluk verici. Vardığınız yer, vardığınız anda cazibesini kaybediyor çünkü. Bir yere varmanın tadı o yere varana kadar yolda geçirdiğiniz süreçte saklı. Hayatı, aşkı, başarıyı anlamlı kılan bunlar için verdiğiniz mücadelede ve bu süreçte yaşadıklarınızda. İnsanoğlu sosyal bir varlık. Varlığını her canlı gibi sosyal ortamlara borçlu. O yüzden gerçek kimliğimizden ödün vermeden, kendimizi kandırmadan, sevdiklerimizi, değer verdiklerimizi üzmeden ve kırmadan mutlu olmanın yollarını aramalıyız.
Hepimizin mutluluğumuzu, acılarımızı ve hayatımızı paylaşabileceğimiz sevdiklerimizin var olması dileği ile….
Ne Haliniz Varsa Gülün…
Sevgilerimle…